Sadist
New member
Platonik Aşk Nereden Gelir?
“Biliyor musunuz,” diye başladı Eylül, forumdaki yazısına, “hiç tanımadığınız ama bir şekilde zihninizden çıkaramadığınız biri oldu mu hayatınızda? Benim oldu. Ve bugün size o hikâyeyi anlatmak istiyorum; çünkü platonik aşkın sadece duygusal bir yanı değil, tarih boyunca şekillenmiş bir anlamı var.”
I. Sessiz Bir Başlangıç
Eylül, üniversitede felsefe bölümünde okurken tanışmıştı Deniz’le. Tanışmak derken, aslında hiç tanışmamışlardı. Aynı amfide, farklı sıralarda, farklı dünyalarda… O, kalemini sürekli düşüren bir kızdı; Deniz ise notlarını düzene sokmakla meşguldü.
Bir gün hoca “Platon’un aşk anlayışını kim özetlemek ister?” diye sorduğunda, Deniz ayağa kalktı. “Platon’a göre aşk, ruhun güzelliğe duyduğu özlemdir. Bedenin değil, fikrin ve erdemin çekimidir.”
O an, Eylül için zaman durdu. Onun kelimelerindeki dinginlik, sanki yüzlerce yıllık bir felsefenin yankısıydı. Platonik aşkın özü, işte o anın içinde doğdu: ulaşılmaz, ama ruhu besleyen bir yakınlık hissi.
II. Erkeklerin Stratejisi, Kadınların Duyarlılığı
Eylül, günler geçtikçe kendini Deniz’in düşüncelerine kaptırdı. Onu anlamaya çalıştı, notlarını incelerken satır aralarındaki düzeni fark etti. Deniz her şeyi çözümlemeye çalışan biriydi — sorunu tespit eder, çözümü sistemli biçimde kurar, duygulara mesafeli yaklaşırdı.
Oysa Eylül, anlamaya çalıştığı kadar hissetmeyi de severdi. İnsanları kategorize etmez, sezgileriyle çözerdi. Onun için bir bakış, bir sessizlik bile kitap dolusu açıklamaydı.
Forumdaki okuyucular bu noktada merakla sormuştu: “Gerçekten bu kadar farklı düşünen iki kişi birbirine yaklaşabilir mi?”
Eylül cevap vermişti: “Belki de platonik aşkın sırrı burada gizlidir — ulaşamamakta değil, anlamaya çalışmakta.”
III. Tarih Boyunca Ulaşılmazlık
Platon’un “Symposium” adlı eserinde aşk, insanın Tanrısal olana ulaşma arzusuyla tanımlanır. İnsan, eksikliğini tamamlamak ister; ama o eksiklik hiç dolmaz. Bu yüzden platonik aşk, bir arayıştır — varılacak bir yer değil, bir yolculuktur.
Orta Çağ’da şövalyelerin “ulaşılmaz leydiler”ine yazdığı aşk mektuplarında da aynı ruh vardır. Kadın idealize edilir, erkek cesaretiyle değil, adanmışlığıyla var olur.
Toplum değiştikçe bu dinamik de değişti. Günümüzde platonik aşk bazen bir “gölgelenmiş romantizm” gibi görülür; ama aslında bireyin iç dünyasını tanıma biçimidir. Eylül, Deniz’i değil, onun üzerinden kendini anlamayı öğrenmişti.
IV. Gerçek mi, Yansıma mı?
Bir akşam Eylül, üniversitenin bahçesinde tek başına otururken, telefonunda Deniz’in paylaştığı bir cümleye rastladı:
“İnsan bazen, ulaşamadığı şeyi sevmekle kendini tanır.”
O an Eylül fark etti — aslında Deniz’e değil, onun temsil ettiği fikre âşıktı.
Platonik aşkın doğduğu yer belki de tam burasıydı: Karşımızdaki kişide kendi ideallerimizin, kendi eksiklerimizin yansımasını görmek.
Birçok forum kullanıcısı o yazının altına yorum yaptı. Kimi “Bu acı bir yanılsama,” dedi; kimi “Bu en saf sevgi biçimi,” diye savundu. Eylül ise sadece şunu yazdı:
“Belki de hakikat, sevmenin kendisindedir; karşılıkta değil.”
V. Toplumsal Yansımalar
Modern toplumda platonik aşk çoğu kez küçümsenir. Sosyal medya, hız, görünürlük çağında “ulaşılmazlık” sabırsızlıkla çelişir. Ancak tarihsel olarak bakıldığında, platonik aşk düşünsel gelişimin itici gücü olmuştur.
Leonardo da Vinci, Michelangelo, hatta Mevlânâ gibi isimlerin ilham kaynaklarında bu tür bir aşk vardır — birini “tamamlamak” değil, “anlamak” arzusu.
Eylül’ün hikâyesi de bu zincirin modern halkasıydı. Deniz’le bir gün konuşmuş olsaydı bile, o büyü belki bozulurdu. Çünkü platonik aşk, gerçekleştiğinde anlamını yitirir; hayal gücüyle, idealizmle var olur.
VI. Duyguların Sessiz Anlaşması
Bir dönem sonra Eylül mezun oldu, Deniz başka bir şehirde akademisyen oldu. Aralarındaki tek bağ, bir zamanlar paylaştıkları aynı derslikti. Ama yıllar sonra Eylül, o amfiden geçen bir öğrenciden şu mesajı aldı:
“Hocamız bir konuşmasında ‘Birini hiç tanımadan sevebilmek, aslında kendini anlamanın en saf hâlidir’ dedi. Adınızı anmadı ama sanki sizden bahsediyordu.”
Eylül gülümsedi. Platonik aşkın doğduğu yer belki bir bakıştı, ama devam ettiği yer insanın kendi iç yolculuğuydu.
VII. Peki Sizce?
Forumdaki son mesajında Eylül şöyle yazdı:
“Belki siz de birini hiç dokunmadan, konuşmadan sevdiniz. Peki sizce bu, bir eksiklik mi yoksa en saf bütünlük mü? Aşkın ulaşılmaz hâli mi yoksa insanın kendi içindeki sonsuz arayış mı?”
Bu sorular, yalnızca romantik duyguların değil, insanın varoluşunun da merkezindeydi. Çünkü platonik aşk, tarih boyunca yalnızca bir sevme biçimi değil, insanın kendi hakikatini arama biçimi olmuştu.
VIII. Son Söz
Platonik aşk nereden gelir?
Belki Antik Yunan’daki idealar dünyasından…
Belki bir sınıfın sessizliğinde, belki bir bakışta, belki de kendi iç sesimizden.
Ama kesin olan bir şey var: Platonik aşk, bir “olmayan”ın değil, “içimizde var olan”ın hikâyesidir.
Ve Eylül’ün son cümlesi hâlâ forumda yankılanır:
“Bazen birine duyulan sessiz sevgi, en gürültülü fark ediştir.”
“Biliyor musunuz,” diye başladı Eylül, forumdaki yazısına, “hiç tanımadığınız ama bir şekilde zihninizden çıkaramadığınız biri oldu mu hayatınızda? Benim oldu. Ve bugün size o hikâyeyi anlatmak istiyorum; çünkü platonik aşkın sadece duygusal bir yanı değil, tarih boyunca şekillenmiş bir anlamı var.”
I. Sessiz Bir Başlangıç
Eylül, üniversitede felsefe bölümünde okurken tanışmıştı Deniz’le. Tanışmak derken, aslında hiç tanışmamışlardı. Aynı amfide, farklı sıralarda, farklı dünyalarda… O, kalemini sürekli düşüren bir kızdı; Deniz ise notlarını düzene sokmakla meşguldü.
Bir gün hoca “Platon’un aşk anlayışını kim özetlemek ister?” diye sorduğunda, Deniz ayağa kalktı. “Platon’a göre aşk, ruhun güzelliğe duyduğu özlemdir. Bedenin değil, fikrin ve erdemin çekimidir.”
O an, Eylül için zaman durdu. Onun kelimelerindeki dinginlik, sanki yüzlerce yıllık bir felsefenin yankısıydı. Platonik aşkın özü, işte o anın içinde doğdu: ulaşılmaz, ama ruhu besleyen bir yakınlık hissi.
II. Erkeklerin Stratejisi, Kadınların Duyarlılığı
Eylül, günler geçtikçe kendini Deniz’in düşüncelerine kaptırdı. Onu anlamaya çalıştı, notlarını incelerken satır aralarındaki düzeni fark etti. Deniz her şeyi çözümlemeye çalışan biriydi — sorunu tespit eder, çözümü sistemli biçimde kurar, duygulara mesafeli yaklaşırdı.
Oysa Eylül, anlamaya çalıştığı kadar hissetmeyi de severdi. İnsanları kategorize etmez, sezgileriyle çözerdi. Onun için bir bakış, bir sessizlik bile kitap dolusu açıklamaydı.
Forumdaki okuyucular bu noktada merakla sormuştu: “Gerçekten bu kadar farklı düşünen iki kişi birbirine yaklaşabilir mi?”
Eylül cevap vermişti: “Belki de platonik aşkın sırrı burada gizlidir — ulaşamamakta değil, anlamaya çalışmakta.”
III. Tarih Boyunca Ulaşılmazlık
Platon’un “Symposium” adlı eserinde aşk, insanın Tanrısal olana ulaşma arzusuyla tanımlanır. İnsan, eksikliğini tamamlamak ister; ama o eksiklik hiç dolmaz. Bu yüzden platonik aşk, bir arayıştır — varılacak bir yer değil, bir yolculuktur.
Orta Çağ’da şövalyelerin “ulaşılmaz leydiler”ine yazdığı aşk mektuplarında da aynı ruh vardır. Kadın idealize edilir, erkek cesaretiyle değil, adanmışlığıyla var olur.
Toplum değiştikçe bu dinamik de değişti. Günümüzde platonik aşk bazen bir “gölgelenmiş romantizm” gibi görülür; ama aslında bireyin iç dünyasını tanıma biçimidir. Eylül, Deniz’i değil, onun üzerinden kendini anlamayı öğrenmişti.
IV. Gerçek mi, Yansıma mı?
Bir akşam Eylül, üniversitenin bahçesinde tek başına otururken, telefonunda Deniz’in paylaştığı bir cümleye rastladı:
“İnsan bazen, ulaşamadığı şeyi sevmekle kendini tanır.”
O an Eylül fark etti — aslında Deniz’e değil, onun temsil ettiği fikre âşıktı.
Platonik aşkın doğduğu yer belki de tam burasıydı: Karşımızdaki kişide kendi ideallerimizin, kendi eksiklerimizin yansımasını görmek.
Birçok forum kullanıcısı o yazının altına yorum yaptı. Kimi “Bu acı bir yanılsama,” dedi; kimi “Bu en saf sevgi biçimi,” diye savundu. Eylül ise sadece şunu yazdı:
“Belki de hakikat, sevmenin kendisindedir; karşılıkta değil.”
V. Toplumsal Yansımalar
Modern toplumda platonik aşk çoğu kez küçümsenir. Sosyal medya, hız, görünürlük çağında “ulaşılmazlık” sabırsızlıkla çelişir. Ancak tarihsel olarak bakıldığında, platonik aşk düşünsel gelişimin itici gücü olmuştur.
Leonardo da Vinci, Michelangelo, hatta Mevlânâ gibi isimlerin ilham kaynaklarında bu tür bir aşk vardır — birini “tamamlamak” değil, “anlamak” arzusu.
Eylül’ün hikâyesi de bu zincirin modern halkasıydı. Deniz’le bir gün konuşmuş olsaydı bile, o büyü belki bozulurdu. Çünkü platonik aşk, gerçekleştiğinde anlamını yitirir; hayal gücüyle, idealizmle var olur.
VI. Duyguların Sessiz Anlaşması
Bir dönem sonra Eylül mezun oldu, Deniz başka bir şehirde akademisyen oldu. Aralarındaki tek bağ, bir zamanlar paylaştıkları aynı derslikti. Ama yıllar sonra Eylül, o amfiden geçen bir öğrenciden şu mesajı aldı:
“Hocamız bir konuşmasında ‘Birini hiç tanımadan sevebilmek, aslında kendini anlamanın en saf hâlidir’ dedi. Adınızı anmadı ama sanki sizden bahsediyordu.”
Eylül gülümsedi. Platonik aşkın doğduğu yer belki bir bakıştı, ama devam ettiği yer insanın kendi iç yolculuğuydu.
VII. Peki Sizce?
Forumdaki son mesajında Eylül şöyle yazdı:
“Belki siz de birini hiç dokunmadan, konuşmadan sevdiniz. Peki sizce bu, bir eksiklik mi yoksa en saf bütünlük mü? Aşkın ulaşılmaz hâli mi yoksa insanın kendi içindeki sonsuz arayış mı?”
Bu sorular, yalnızca romantik duyguların değil, insanın varoluşunun da merkezindeydi. Çünkü platonik aşk, tarih boyunca yalnızca bir sevme biçimi değil, insanın kendi hakikatini arama biçimi olmuştu.
VIII. Son Söz
Platonik aşk nereden gelir?
Belki Antik Yunan’daki idealar dünyasından…
Belki bir sınıfın sessizliğinde, belki bir bakışta, belki de kendi iç sesimizden.
Ama kesin olan bir şey var: Platonik aşk, bir “olmayan”ın değil, “içimizde var olan”ın hikâyesidir.
Ve Eylül’ün son cümlesi hâlâ forumda yankılanır:
“Bazen birine duyulan sessiz sevgi, en gürültülü fark ediştir.”